Son dakika haberi bulunmamaktadır.   Senoz Esnaf  
Senoz Deresi
Anasayfa | Haber Ara | Foto Galeri | Videolar | Animasyonlar | Anketler | Sitene Ekle | Mesaj Gönder | Sohbet | MircScriptİndir

HABER ARA


Gelişmiş Ara

EN ÇOK OKUNANLAR

Ayağımızda lastik yoktu, çarıkla okula giderdik!

Arkadaşlar, bu defa Yunus İmamoğlu ile hem Senoz'u, hem yaylaları hem de eski İstanbul'u konuştuk.

Kategori  Kategori : Röportajlar
Yorumlar  Yorum Sayısı : 3
Okunma  Okunma : 4112
Tarih  Tarih : 21 Ocak 2011, 13:37

12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto

Yunus İmamoğlu, Senoz vadisi köylerinden Ormancık Köyünde doğmuş. Bu arada Yunus İmamoğlu, benim de dayım olur. Ama onunla 'dayım' olduğu için değil, gerçekten maceralı bir hayat yaşadığı için görüştüm. Ormancık köyü başta olmak üzere yakın köylerden onu tanımayan, bilmeyen yoktur desem yeridir. Dünün gençleri, bugünün orta yaşlıları yayla ve horon deyince onu hatırlar. Sohbet uzun oldu, ama tamamını okumanızı tavsiye ederiz.
Bu arada tekrar hatırlatalım: Bütün arkadaşlardan bu şekilde yapılan sohbetler bekliyoruz. Ayrıca, yorumlarla bu haberleri zenginleştirmenizi de arzu ediyoruz. Buyurun, uzun sohbetimize:

*Yunus İmamoğlu (İmomun Yunus) kimdir? Öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?

Ben 1940 yılında Çayeli, Ormancık Köyünde [eski adı Cutinç] doğmuşum. İmomun Süleyman diye tanınan Süleyman Dilmen'in (İmamoğlu) oğluyum. Aşağı yukarı 71 yaşında oldum. İlkokulu köyde okudum.

*Çocukluk yıllarınızda köyde hayat nasıldı?

Çocukluk yıllarımızda hayat bambaşkaydı. Çok kalabalık vardı ve millet birbiriyle iç içeydi, birlik ve beraberlik vardı. Okula gidiyorduk, okul da kalabalıktık. Benim yaşım okumak için yetmiyordu, ama dedem öğretmene demiş ki "Boş boş duracağına o da ağabeyiyle (rahmetli Nazif ağabeyim) okula gelsin." O şekilde okula gitmeye başladım ve sınıfı geçerek devam etti. Normalde bir yıl önce okula gitmeye başlamış oldum. Nazif ağabeyim benden önce olması lazımken birlikte okumuş olduk.

*Öğretmeniniz kimdi?

Öğretmenimiz İsmail Kalyoncu vardı, 3. sınıfa kadar. Cağak köyündendi. Eğitmen olarak o vardı. Ondan sonra Hatice ablam (Hatice Bilgin) tayin oldu, ondan okumaya devam ettik. 4 ve 5'i o okuttu. Okul bitince zaten İstanbul'a kurbete geldik. 1952'de İstanbul'a geldik ve ondan sonra sadece yaz aylarında köye gittim, 1 ya da 2 ay kalabildim her yıl.
Yazın, bilhassa Şemkoğut yaylası zamanında İstanbul'da işleri ayarlıyor ve mutlaka gidiyordum. Uzun sene böyle devam etti.

*Köydeyken, okulda neler yapardınız? Hangi oyunları oynardınız?

Okulda arkadaşlarla her türlü oyun oynardık. O zamanki talebe arkadaşları şimdiki gibi küçük değildi, yaşları biraz daha büyüktü. Çoğu okula geç başlamıştı. Çok aksilik yapıyorduk. Ama nasıl biliyor musun? Baştan dönme, ateşli gibi oyunları çok oynardık. Mendil kapmaca oynardık. Hiç dur durak bilmezduk. Dersten sonra da evlere gidene kadar oynamaya devam ederduk. Başköylülerle takışırdık, oradan gelirdik Areknerlilerle oynardık, bazen de kavga ederdik. Onları Memişoğlu evin başından, boğazdan öteye gönderdikten sonra biz de evimize giderdik.
Ama çok kalabalıktık. Yüzden fazla öğrenci olurdu okulda.. Çünkü Başköy ve Gobocit köylerinden de bize öğrenci gelirdi. Her evden öğrenci vardı.
Sınıflar birdi. Beş sınıf aynı odada/ sınıfta ders görürdük. Mesela, eğitmen de orada ders veriyordu, öğretmen de... Aynı sınıfta iki öğretmen ders verirdi. Sonradan değişti, yeni eğitmenler geldi ve değişti. Sınıflar ayrılmaya başladı.
Köyde, kışın 1 metre karda okula giderdik. Büyüklerimiz önce karda iz vururdu, biz de kalın çoraplar giyerek her gün okula giderdik. Hiç okula gitmediğimiz gün olmazdı. 2 metre kar olsa da giderdik. Bizim mahalleden köye kadar bir iz vurulurdu, ondan sonra zaten yollar açık olurdu. O zaman kar da çok yağardı arkadaş. Ama biz cesurduk, biraz da büyüktük tabii.

*Eskiden fakirlik vardı, bu konuda neler söylersiniz?

Fakirlik vardı hem de nasıl. Vardi ki vardı. Kimsenin sırtında okul forması, önlük gibi bir şey olmazdı. Ne önlüğü? Gonavec gömleği ile okula gidenler olurdu. Bizim durumumuz biraz daha iyiydi. Çarıkla okula giderdik, lastik de yoktu!

*Kışın nasıl çarıkla okula giderdiniz?

Nasıl ne demek? Kalın çorabı ayağımıza giyerdik, sonra da çarığı giyerdik ve giderdik işte. Alışmıştık... Geç zaman, 5. sınıfa giderken ancak dedem bize birer lastik aldı... Zaten ondan önce lastik de yoktu, çıkmamıştı ki!
Yenilikleri dedem takip ederdi, ama piyasada zaten yoktu ki!
Gerçi köyde yemek noktasında çok sıkıntı olmazdı. Çünkü herkesin ahırında seğeri vardı, sütü, yoğurdu olurdu. Her evde en az 10 seğer olurdu. Hep onunla besleniyorduk zaten.

*Peki, camiye gidebildiniz mi?

Tabii camiye de gittik. Okul tatillerinde giderdik. Köyde hoca tutulurdu. Benim zamanımda Cağak'tan Hafız Cemal Emice vardı. Daha önce Başköy'den Ambaroğlu Hasan Amca vardı, ondan da okumuşum. Ondan sonra Kemalun Hafız, ondan okumuşum.
Bizden evvel camilerde okumak isteyenler sıkıntı çekmiş. Bir kişi gözcü koyarlarmış. Mesela, benim Rahmi ağabeyimin zamanında camide okuyanlar jandarma baskınına karşı gözcü koyar ve öyle okurlarmış. Jandarma geldiği görülünce hoca hemen okutmaya ara verir ve çocukları eve gönderirmiş. Gerçi bizim köyler şehre uzak olduğu için her zaman jandarma gelmezmiş, ama o korku insanlara yetiyormuş.

*İstanbul'a gelmeden yaylaya gidip çobanlık yaptığın oldu mu?

Gittim, kaç sene çobanlık ettim. 17 tane ineğimiz olurdu. Ediler, Pelat ve Şemkoğut yaylalarına gittim çok defa.
Ediler'in tadı; güz mevsiminde olurdu. Yaz başı fazla kalınmadığı için pek hoşumuza gitmezdi, ama güzin Ediler bir başka olurdu. Çok esaslı olurdu, hava bir de iyi olursa... Eğlencesi de bol olurdu. Eğlence dediğimiz de, kızlar toplanır türki derdi, erkekler horon oynardı... Eğlence bu. O zaman çok türki derduk, ama hiç aklımda kalmamış.
Mesela, Molla Nuri (Çakıroğlu Molla Nuri Efendi) morkurarım, bir sene Ediler'e geldi. Refref horkurum ile beraber kaldı. Onunla beraber ben Parhut'lara (Parhut: Ediler'deki meşhur bir otlağın adı.) çoban gidiyordum. Akşam da türki murki oluyordu. Tabii Molla Nuri Efendiden çekinirdik. Dedim ki "Morkurar, sen bu türkileri duyma!" O da "Tamam yeğenim, ben duysam da duymam" derdi. Allah rahmet eylesin. Amin.

*Şemkoğut'da günler nasıl geçerdi?

Şemkoğut'un durumu da daha farklıydı. Pelat pek şenlikli olmazdı. Ama Şemkoğut hakikaten daha farklıydı. Bir kere çok kalabalık olurdu. Hele Behur zamanı... Şemkoğut'ta da çobanlık yaptım. O zaman seğerler dışarlarda kalırdı, onların ahırı olmazdı. Çok soğra inekler için ahırlar yapıldı. Hatta bir kaç defa kurtlar gelip sığırın memesini parçaladı, o sığırları kesmek zorunda kaldık. O zaman çok kurt vardı. Hayvanları kurtlardan korumakta zorlanırdı. Sonra ne olduysa kurtların sayısı da azaldı...

*Şemkoğut ile Mahrabudam arasında da eskiden otlak kavgası olmuş çok defa. Onlara şahit oldun mu?

Bir gün hiç unutmam, bizim huduttan beri Mahrabudam malları geldi. Kalabalık varız Şemkoğut'te. Rahmetli olmuş Peçon Hüseyin'le ben çok çabuk gidiyorduk. Üstten bindirdik, malların önünü kesdik. Bir de Memoğuli Yaşar, arkadaşım o da orada. Adamla atışırken o arada Hacimusanın Dursun Dayım altten yukarı geldi. Gelir gelmez Mahrabudamlı çobanla kapıştı. Adam uyanık çıktı, bir anda yerden aldığı bir taşı Dursun dayımın kafasına vurdu, kanattı. Tabi biz de kavgaya tutuştuk, ama çoban malları bırakıp Çiftekayalar'dan kaçtı. Malları Mahrabudama doğru sürdük. Biz de hep beraber yaylaya döndük.
O mücadeleyi çok defa yaptık.

*Peki, niçin İstanbul'a geldiniz?

Çalışmak için tabii. Babam ve ağabeylerim buradaydı. Rahmi ağabeyim Gedikpaşa'da Atıf Kibar'ı fırınında (Kibar Ekmek) tezgâhtar olarak çalışıyordu. Marangoz olan ağabeyim Muhammed de Yenikapı'da bir atölyede çalışıyordu. Ben geldim, Muhammed ağabeyim beni yanına aldı ve 'Marangozluk alış' dedi. Orada bir sene çalıştım. Akşamları Rahmi ağabeyimin çalıştığı fırına gelip orada yatıyorduk.
Bir sene sonra bamam Fatih'de bir kahve tuttu. O zamana kadar bizim dükkânımız yoktu. 1953'de o kahveyi tuttuk. Borçlanmıştık haliyle. Ben, Nazif ve Rahmi ağabeyim orada çalışmaya başladık. 14 sene orada çalıştık. Sonra Fatih'de bir fırın açtık. Babam da başımızdaydı zaten. Ufak tefek başka işler de yaptılar ağabeylerim, ama neticede kahveyi bırakıp fırıncılığa başladık. Ben 10 sene Fatih'de fırıncılık yaptım. Oradaki işimiz devam ederken Rahmi ağabeyin Kumkapı'da bir fırın tuttu ve neticede Fatih'teki fırını ortağımıza bıraktık ve Kumkapı'daki fırını işletmeye başladık. 1975'den sonra devamlı Kumkapı'daki fırının başındayım. Babam 1976'da vefat etti, Allah rahmet eylesin.

*O yıllardaki İstanbul nasıldı?

Tabii bugünkü gibi kalabalık yoktu, her yer sakindi. 750 bin nüfusu vardı. Topkapı'dan öteye her yer boştu, tarlaydı. Vatan Caddesi bostanlıktı. Bağ ve bostandı oralar. Sonradan merhum Adnan Menderes oraları açtı, yol yaptı. Orada gezerdik. Şişli ve Mecidiyeköy tarafları da bom boştu. Daha evvel zaten babam anlatırdi, oralar hepten boşmuş, incirlikmiş. Oraya gidip piknik yaparlarmış.

*Merhum Başbakan Adnan Menderes'le de tanışmışsınız her halde?

Evet, biz Menderes'i çok yakından tanıdık. Fatih'teki Fevzipaşa Caddesi açılırken, yapılırker Menderes her sabah erken saatte çalışmaları denetlemeye gelirdi. Bizim kahve de orada olduğu için kahveye gelir çay içermiş. Baştan babam tanımamış, ama bir iki gün sonra tanımış. Menderes, babamın çayını da çok severmiş ve dermiş ki, "Yahu Süleyman efendi senin çayın niçin çok lezzetli?" Babam da, "Beyefendi, ben çay müstahsiliyim, Rizeliyim" dermiş. Biz bile çok defa Menderes'i görmek için erkenden kahveye giderdik. Menderes her zaman güleryüzlüydü. Milletin içinde bir liderdi. Herkes onu sever, o da herkesin derdini dinlerdi. Düşünün, inşaat çalışmalarını kontrol için mühendisleriyle birlikte Fatih'e gelir, bilgi alırdı. Bir Cadillak arabası vardı. Bir şoför, bir koruma ve bir de kendisi birlikte gelirdi. Öyle debdebeli değildi.

*Peki, İstanbul'dan köye gidişleriniz nasıl olurdu?

Ben askerlikten evvel de, sonra da hemen her yıl mutlaka yaz aylarında, Şemkoğut vaktinde 1 ay köye giderdim. Rahmetli babam da bilirdi, ağabeylerim de bilirdi. Şemkoğut zamanında giderdim, bir iki gün köyde kalır ve hemen yaylaya giderdim. Behurciler de gelirdi, onlar dönünce ben birkaç gün daha kalır, sonra köye döner ve oradan da İstanbul'a gelirdim.
O zaman Şemkoğut'ta guruplar vardı. Başta Sıhhıye Mustafa Kalyoncu ağabeyle her sene sözlerşir ve orada beraber olurduk. Rahmetli Büyüğün Osman amca orada olurdu. Ecemun Mehmet ekseri gelirdi. Behurciler geldi mi zaten eğlence de başlardı. Mesela, akşam namaz vaktinden sonra toplanır ve tulum horon eğlenirdik. Yağmur havalarda yapamazdık, ama güneş havalarda bunu yapardık.

*Siz de "bobregidin" yaptınız mı?

Yaptık tabi. Mesela, çok yağmur yağar ve günlerce güneş açmazsa bunu yapardık. Güya güneş açacak diye inanılırdı. Evleri dolaşır, kaymak, peyniz toplar ve açıkta yaktığımız bir ateşte bunu güzelce 'muhlama' gibi pişirirdik. Yanımızda götürdüğümüz yoğurtla birlikte hep beraber onu yerdik. Güneşin açılacağına inanırdık. Eskiden beri bu yapılırdi, biz de yaptık.

*Yayla arkadaşların kimdi?

Ecemun Nazif (Sayın), Köçken Behçet (Meyveci), Kürdoğuli Sefali (Çiftçi), Rifatun Mustafa (Sayın), Mardal Sıtkı (Balcı), Başköyden, Perastonden, Cağakten başka arkadaşlar da vardı, ama şu an aklıma gelmedi.
Mesela, Memoğuli Yaşar... Onunla beraber çok çobanlık yapmışım. Memişun Dursun... Tererenk'ten Çınarlardan... Cağak'tan Adil olurdu, Miktadun Fevzi, Topalun Rahmetli Günay, Hortun Ruhi... Karayibun İbrahim...
Hatta Karayibun İbrahim  bir gün Şemkoğut'ta (hatırlatmalar üzerine tekrar sorulduğunda bu hadisenin Pelat yaylasında olduğu anlaşıldı/fç) kazaen vuruldi, genç yaşımıza rağmen onu sel yapıp köye taşıdık. Baktuk İbrahim uzanmış. Kimse yok. Rahmetli Peçon Raziye ana vardı. Hemen milleti topladı. "Hemen sel yapılıp aşağı gidecek" denildi. Alosmanın babası Köse Ahmet emice vardı yaylada. O da bişe yaşlı tabi. Ben, Kadir, Kürdoğulu Muhammet, beş altı kişi vardık. Toplandık sel yapıp gece bunu Peraston'a kadar taşıdık. Yollarda bağıra bağıra getirdik. "Bana su verin" diye bizi az sövmedi. Tabi yaralı olduğu için su vermedik. Yaralıyı Peraston'a götürdük, o gece orada kaldık ve ertesi sabah kendi köyümüze gitmeden tekrar Şemkoğut'a döndük.
Bu hadise bizi çok üzdü tabi. Arkadaşımız vurulmuştu. Ondan sonra hastalandı. Onunla devamlı beraberdik. Çok şen adamdı ve çok güzel türki kurardı. Horonlarda hep o bize öğreturdi, biz de türki söylerdik. İyi bir arkadaştı.

*Biraz da köyümüzün, ailemizin yaşlılarından bahset bize. "İmam Dede" nasıl bir kişiydi? Biz de tanıyoruz, ama bizim tanıdığımızda sürekli yataktaydı?

İmam Dedem, gayr-ı meşru bir iş yapmamış hayatında. Devamlı ezan okur ve mutlaka cemaatle namaz kılardı. Cemaatsız namaz kıldığı pek görülmemiştir. Benim bildiğim kadarıyla vefatından 2 ya da 3 sene önceye kadar devam etti.
Gençliğinde 7 sene Rusya'da kalmış, orada fırınlarda çalışmış. Biraz para kazanmış. Ticarete çok hevesliymiş. Orada kazandığı para ile İstanbul Beyoğlu'nda Tokatlıyan Oteli vardı. Ben ona yetiştim. Onun altına pastahane ve lokanta açmış. Ama gayet lüks bir lokantaymış bu. O devirde, kaşığı çatalı gümüşmüş, hesap et. Kısa sakalı vardı, o sakalını hiç tıraş etmemiş. 1940'lı yıllar. Çok para kazanmaya başlamış. Lokantanın kenarında bir de mescit açmış.
Bir gün adamın biri gelmiş, "Hacı efendi mescidini kullanabilir miyim?" demiş. Dedem de "Tabii, buyur. Her zaman gel, namazını kıl" demiş. Meğer bu kişi Mareşal Fevzi Çakmak imiş. Ama dedem o zaman onu tanımıyormuş. Arkada bir karakol vardı, oraya gelirmiş. Yemeğini de dedemin lokantasında yermiş. Her zaman da aynı yemeği yermiş. Bir gün bir polis geliyor ve "Fevzi Paşa yemek istiyor. Sen ne yediğini biliyormuşsun, öyle dedi" der ve yemek ister. Dedem meseleyi anlar, "Yemeğini ben getireceğim" der onu gönderir. Dedem, yanına bir garson alıyor ve yemeğini götürüp kendisi ikram ediyor ve daha önceden tanımadığını belli etmiyor. Bu böyle devam ediyor. Sonra 2. Dünya Savaşı şartlarında kıtlık olunca un bulup da işini devam ettiremiyor. Neticede onu da zaten seferberliğe çağırıyorlar. Dükkânı kapatmaya karar veriyor. Fevzi Paşaya gidip durumu anlatıyor. O da "Asıl mesleğin nedir?" diye soruyor. "Fırıncıyım" diyor. Fevzi Paşa, dedemi bir fırının başına sorumlu olarak tayin ediyor. Neticede savaş bitiyor. Dedem de köye dönüyor. Ondan sonra da bir daha İstanbul'a, gürbete gelmiyor. Babam yetişince onu kurbete gönderiyor, kendi gelmiyor.

*İmam ismi nereden geliyor?

Dedem belki de 50 sene bizim köyde Cuma namazlarını kıldırmış. Para karşılığı değil, tamamen karşılıksız. Herkes ona "imam aşağı, imam yukarı" diyor ve ismi bu şekilde kalıyor. Ben bile çok geç öğrendim dedemin adının Mehmet olduğunu...
Dedem çok çalışkandı. Bizim arazileri hep düzene koymuş, ev yapmış, ambar yapmış, yaylalarda iki üç tane ev yapmış...

*Peki, Çakeroğlu Molla Nuri Efendi'den de güzel sesli hafız diye bahsedilir. Onu ne kadar tanıyorsunuz?

Molla Nuri, benim de Morkurarım olur. Ben onu tanırım, ama yaşım itibarıyla çok iyi tanırım desem doğru olmaz. 1960'dan önce vefat etmişti. Molla Nuri Efendi, bilgili bir adamdı. Çok kuvvetli hafızdı.
Dedemle beraber yakın akrabalıkları da vardı zaten. Dedem onun kaynı olurdu. Ayrıca İmam Dedemin dayısının evi de Çakıroğlu evdi.
Çayeli'nde Kalafat Hoca diye çok meşhur bir hoca varmış. İmam Dedem ile Molla Nuri Efendi her sene onu ziyarete gidermiş. Kalafat Hoca her defasında Nuri Efendi'ye namaz kıldırır ve mutlaka Yasin-i Şerif'i okuttururmuş. O bile Nuri Efendinin okumasını çok beğenirmiş.
Hatta bir defasında "Tek Parti" devrinde Kalafat Hoca'yı tutuklamak istiyorlar. Evi sarıyorlar, içeri giriyorlar ki hoca içerde yok. Nasıl olur, ihbar var diyorlar ama hocayı göremiyorlar. Bir iki defa bu tekrarlanırca hocanın peşini bırakıyorlar. Rahmetli İmam Dedemden dinlemişim bunu.
Biz çocukken Morkurarımın yanına, Çakeroğli eve giderdik. Sohbeti çok esaslı idi. Eski tahta evde, yanda bir oda vardı. Orada otururduk. Refref morkurum da orada olurdu. Bize anlatırdı. Bir de Ecemun Mustafa vardı, Toto derdik. Mustafa, Rusya'da doğmuştu. Orada olanları anlatırdı. Molla Nuri de, hem güler hem de "Mustafa Efendi, senin de başına ne işler gelmiş" diye mukabele ederdi. Rahmetli Nuri Efendi; küçükle küçük, büyükle büyük olurdu. Oturaklı bir adamdı. Tanıdığım kadar bunu söyleyebilirim.

*Naci Bey de hâlâ anlatırır. Onu ne kadar tanıdınız?

Naci [Bilgin] amcamı da çok görmezdik. Çayeli'nde çalışırdı. Ayda bir köye gelirdi. İmam Dedem giderdi ziyaretine, tabii kardeşiydi. Babamla da arası çok iyiydi. Son zamanlarda Çayeli'nde ezcane açtı. Biz büyüdük, gurbete geldik. Gittiğimizde amcamızı orada ziyaret ederdik. Bilgiliydi. Çayelinde yapılacak bir işimiz olsa ona söylerdik, dakikasında yapılırdı. Çok nüfuzluydu. Çayelinde Rize'de yapamayacağı iş yoktu.
Hatta, Rahmetli İzzet Akçal mebus olmadan önce Naci Beye, "Sen varken mebusluk bana düşmez" demiş. Ama o, "Yok, sen mebus ol. Ben burada sana destek olurum" demiş.
Menderes bir gün Rize'ye gelecek. O günkü Rize valisi de Naci Beyi tanıyor tabi. Diyor ki, "Menderes gelecek. İlk konuşmayı sen yap." Neticede Rahmetli Menderes geliyor ve Naci Bey bir konuşma yapıyor. Bu konuşma Menderes'in çok hoşuna gidiyor ve İzzet beye diyor ki, "Kim bu adam? Niçin mebus olmamış?" İzzet bey de "Beyefendi, o beni Ankara'ya bilerek gönderdi. Kendisi istemedi. Ama burada bizim için çalışıyor" demiş.
Naci Bey çok hatipdi, güzel konuşma yapardı. Ayrıca bayramlarda da mutlaka köye gelir ve bayram vaazını o yapardı. Babamdan yaşı nisbeten küçüktü, ama babamla arkadaş gibiydiler. Amcam oturaklı adamdı rahmetli.

*Söz bayramdan açılmışken, köy bayramlarından biraz bahseder misiniz?

Köy bayramlar eskiden beri şenlikli olurdu. Mahalleler arasında davetler çok eskiden beri devam ediyor. Bir sene Cutinç'e, bir bayramda Mahmutli'ye gidilirdi. Fakat eskiden çok kalabalık olurdu. Salıncak oynamak, evlerin ziyaret edilmesi... Eskiden Başköy'le muhtarlığımız birdi, ama bayramlarımız ayrı ayrı olurdu.

*Gençlere tavsiyelerinizi de alabilir miyiz?

Gençlere tavsiyem, arkadaşlıklarının iyi olması, birlik olmalarıdır. Birbirine gitsin gelsin ve tanışsınlar. Bizim devremizde biz birbirimizi hep tanırdık. Ama şimdi arkadaşlarımızın çocuklarını tanımıyoruz. Gidip gelmek kesildi. Eskiden böyle değildi. Biz, babalarımızın arkadaşlarının bütün ailesini tanırdık. Şimdi gelen yok, giden yok. Ziyaretler hepten kalktı. Bunu başlatmak lazım. Birbirimizi tanıyalım, birbirimizin hatırını soralım. Daha ne kaldı? Kimse kimsenin ekmeğini vermiyor ki? Buluşmak, sohbetler yapmak çok mühim, devam etsin. Hele yayla komşularımızla aramız çok iyiydi. Çocuklar toplantılara gelmiyor. Biz yine buluşuyoruz, arkadaşlarımızla ama çocuklar buluşmuyor.
İnşallah köyümüzün gençlerinin başlattığı bu toplantılar devam etsin. Biz de gideriz, niye gitmeyelim. Biz babamızın arkadaşlarıyla arkadaşlık yapmışız... Mesela, Cağak'taki Hafız Cemal amca beni okuturdu, ama gittiği yere bensiz gitmezdi. Beraber giderdik, ben de onlara uyum sağlardım. Birbirimize saygılıydık. O arkadaşlar da benim babama aynı şekilde davranırlardı.
Eskiden Karaköy'e haftada bir vapur gelirdi memleketten. Gider, bu hafta yolcu var mı diye bakardık. Telefon melefon da yoktu. Bütün hemşehriler Karaköy'deki kahvede buluşurduk. (Görüşen: F.Çakır)
*
senozderesi.com haber merkezi

 

 
 

Yazdırılabilir Sayfa Yazdırılabilir Sayfa | Word'e Aktar Word'e Aktar | Tavsiye Et Tavsiye Et | Yorum Yaz Yorum Yaz

Bu habere toplam 3 yorum yazılmıştır.

Yahya Bilgin [ 23 Ocak 2011, 21:55 ]


belkide ,belkisi fazla hatta sen haklı olmalısın Abdurrahman.
Ben de Babanın şemkeğutta vurulduğunu duymuşum.
ama bazı bilgiler kulaktan kulağa anlatılınca değişiyor tabiatiyle.
Yunus ağabey,rahmetli babamın(Naci Bilgin) siyasetle ilgili
hayatı...nı da yanlış öğrenmiş,örneğin.
mebusluk teklifi Naci Bilgin'e yapılıyor.daha doğrusu Rize
demekrat parti aday tespitinde Osman Kavrakoğlu ilk
sıraya Naci Bilgin ismini yazıyor.babam hayır ben ankaraya
gitmek istemiyorum diyor ve yerine fatih medresesinden
talebe arkadaşı Üsküdar savcısı İzzet akçal'ı önerip
mebus olmasını sağlıyor.Bunu Rahmetli babamın cenazesinde
yaptığı konuşmada da dile getirdi,İzzet beyamca.Bu anlattıklarım
ne kimseden bir şey alır,ne kimseye bir şey katar.sadece
gerçeklerdir,ve bu gerçekleri en iyi Erol Akçal bilir.
Abdurrahman Akın [ 23 Ocak 2011, 21:55 ]
değerli yunus amca ,babamın vurulmasını anlatıyor ama sanırım bir bilgi eksıklığı var ..benım bıldığım babam pelatta vurulmuştu...
Adnan Bas.apan [ 22 Ocak 2011, 17:11 ]
Yunus Abi Allah uzun omurler versin.

Adnan Bas.apan (Sofor Ahmet in oglu )

Yorumların tamamını okumak için tıklayın.

Röportajlar

En Çok Okunan Haberler

Umut yarını değiştirme çabasıdır!07 Temmuz 2019
RadyoSenoz
 
İSTEK GÖNDER

FOTOĞRAF GALERİLERİ

Yayınlanan yazıları kaynak göstererek yayınlamak serbesttir. © Copyright 2004-2009
Yazar Girisi | Altyap: MyDesign Haber