Çayeli'nin güzellikleri yazarların dilinde

Açıklama: Çayeli ve çevresinin güzellikleri, gazete yazarlarının ilgisini çekmeye devam ediyor. Aslen Adiyamanlı olan eğitimci-şair-yazar Zafer Akgül de, ?iş icabı? gittiği Çayeli?nin güzelliklerine hayran kaldığını yazdığı ilk köşe yazısında anlattı.
Kategori: Haberler
Eklenme Tarihi: 10 Nisan 2009
Geçerli Tarih: 28 Mart 2024, 19:36
Site: Senoz Deresi
URL: http://www.senozderesi.com/haber_detay.asp?haberID=171


Çayeli ve çevresinin güzellikleri, gazete yazarlarının ilgisini çekmeye devam ediyor. Aslen Adiyamanlı olan eğitimci-şair-yazar Zafer Akgül de, ?iş icabı? gittiği Çayeli?nin güzelliklerine hayran kaldığını yazdığı ilk köşe yazısında anlattı. Yeni Asya gazetesinde 14 Nisan 2007 Cumartesi günü yayınlanan bu güzel yazıyı ilgilerinize sunuyor ve Zafer Akgül?ü yeniden Çayeli?ne, Kaptanpaşa?ya ve yaylalarımıza davet ediyoruz. İşte o yazı: Çayeli, ben ve deniz... Kısmet işte? Hiç hesapta, planda yokken, kendimi Doğu Karadeniz?in şirin beldesi Rize/Çayeli?nde buldum. Akla gelmeyen başa gelirmiş derler ya hani, işte onun gibi bir şey. Hey yâ Rabbim, Sen nelere kadirsin, bir şeyi mukadder edersin? Yıllardır sütunlarımızda Latif Salihoğlu Ağabey, Faruk ve Cevat Çakır Ağabeylerle atışırdık, gelmem ya da gelememem konusunda? Bir hayli lâtif taşlar da yemedik değil bu uğurda. Özellikle Faruk Ağabeyin Temmuz/Ağustos aylarında Çayeli?ne dâvetlerini hiç unutmam. Çok isterdim bu dâvete icabet etmeyi, ama olmadı, olamadı. Ve neticede Allah?ın dediği oldu. Bu haftayı Rize, Çayeli, Ayder yörelerinde geçirdim.
Haşin Karadeniz, gözükaralığını bırakmış ilkbaharın müjdesi Nisan?da açan çiçeklerin açtığını görünce. Kaçkar?lardan aşağıya, Karadeniz?in sinesine doğru dolu dizgin koşan bir atlar gibi, çağıl çağıl inen dereler, çaylar rahvana dönüştürmüş gidişatını? İri, büyük, kocaman kara-yeşil kayalara çarpa çarpa güzelliğin bin bir türlü şarkılarını kuşlarla birlikte bir senfoni gibi çınlatan bir coşkun sular insanın kalbine de birlikte çarpıp şahlandırıyor sanki?
Ayder Yaylasında sisli, puslu dumanlarla kaplı kaybolmuş gökyüzüne doğru kollarına uzatmış, bulutlarla karışmış, ulu ağaçların yeşilliğin her tonunda gözlerim cennetin zümrüt yeşilliğinde dinleniyor gibiydi. Tepelerden aşağılara, dere yataklarına doğru sürünerek inmiş kar birikintileri karışacağı, dalacağı su yatağını arıyor gibiydi. Dört bir tarafı yüce dağlarla çevrili derin derelerin yanı başında, vadilerde mekân tutmuş Çamlıhemşin gibi yerleşim birimleri, sanki dünyadan uzakta, bir başka gezegende, bir başka âlemde yaşıyor gibiydi. Zaman, yekpare kayadan, granitten oluşmuş bu dağların oyukları arasında, yılankavi kavislerle bir meçhûle uzanan yolların dönemeçlerinde durmuş, durgun sulardaki akislerde sabitleşen görüntüler gibi adeta donmuş kalmıştı. Ve ben yeşilin kucağından mavinin kucağına doğru kendimi attığımda Ahmet Haşim?in ?O belde? şiirini hatırladım her nedense.
?Denizlerden esen bu güzel hava, saçlarında eğlensin..
Ben ve deniz.
Ve bu akşamki lerzesiz sessiz?
Topluyor bu-yu ruhunu güya.
Sana yalnızca bir taze kadın
Bana yalnızca eski bir budala...
Nazarıyla bakanlar ve
Bulamaz sende bende bir mânâ..."

diye sürüp giden o güzel, nostaljik şiiri hatırladım.
Gerçekten de Rize?de, Çayeli?nde ve gezip gördüğüm diğer yörelerde masum Anadolu?nun, Karadeniz?in o güzelim insanlarındaki hüznü, sessizliği yaşadım. Hepsinin gözlerinde bir düşündürücü melâl, duygulandırıcı bir hüzün vardı. Dildeki tenvim-i ıztırabı bildikleri ne kadar da belliydi o masum çehrelerinde. Tarlada, bahçede, yamaçlarda ellerindeki âletlerle durmadan çalışan bu analar, bacılar, amcalar ne kadar da alınterinin, helâl lokmanın, teslimiyetin, hayat maceralarına karşı sükûnetin canlı timsalleriydiler. Başlarındaki örtü, yaşmaklar, omuzlarındaki Rize?ye mahsus şallar, çarşaflar ayaklarındaki yünlü çoraplar ne kadar da efsanevî bir tablo sunuyordu gözlere..
Bozulmamış, tabiî halinde kalmış, insan eli değmemiş olduğu için tertemiz, tabiî ve berrak yerler gibi Rize havalisindeki Karadeniz insanının ahlâkı, karakteri bozulmamıştı çok şükür. Rize?nin caddelerinde gezerken bir şey dikkatimi çekti. Kavşaklarda, cadde ağızlarında, meydanlarda trafik lambaları yoktu. Ama trafikte bir sıkışma, bir tıkanma da olmuyordu. Herkes, herkese saygılıydı. Kimse kimsenin önüne çıkıp, ben geçeyim kaygısında ve telâşında değildi. Yol verilsin diye kornaya basan, ortalığı inleten de yoktu. Bu ne güzel bir insanlık, centilmenlik ve toplumsal olgunluk dersiydi. Hayran kalmamak elde değil. Doğrusu çok şaşırdım ve bir o kadar da takdir ettim.
Onca iş yoğunluğuna ve meşgalesine rağmen, bize zaman ayırabilen Nimetullah Çakır kardeşime de ayrıca teşekkür etmeliyim. Bizi Nur kardeşlerle buluşturduğu için. Henüz tam tecelli etmemiş ve yüzde altmışı yeşillik sahnelerinin perdelerini açmamış o şahane dağlara ve turkuaz maviliğine dönüşmemiş güzelim boncuk mavisi Karadeniz?e, bulutlardan sıyrılıp kendini göstermeyen güneşe bitmeyen yaz günlerinde ve gecelerinde kavuşmak dileği ve ümitleriyle bu şehirden ayrılıyorum. Arkamda tadına doyulmamış güzellikler bırakarak...
(Yeni Asya gazetesi, 14 Nisan 2007 Cumartesi)